VİTRİN
Bu Benim Hikâyem…
Muhtemelen hepinizden daha yaşlıyım… İlk evimi hiç unutamam. Ve babamı…
Gözlerimi ilk açtığımda onu gördüm karşımda. Bana nasıl baktığı dün gibi aklımda. Sonra onlarla tanıştım: Annem, yedi yaramaz çocuk, dedem ve babaannem.
Evin en güzel köşesi benimdi. Tozumun alınmadığı tek bir gün olmazdı. Tam ortamda bulunan boşluk benim kalbimdir. İnsanlar neyi çok severlerse onu koyarlar oraya.
Çekmecelerim dolmaya başladı: İğne oyaları, yazmalar, ansiklopediler, ilmihaller ve daha neler neler… Bayram sofraları hep benim önümde kurulurdu, nasıl mutlu olurdum.
Bir gün bir şey oturdu kalbimin tam ortasına. Herkes bana bakıyordu, garip bir şeyler vardı ama anlayamıyordum. Babam yaklaştı bana ve kalbime doğru dokundu. Çok korkmuştum.
Sonra sesler gelmeye başladı. Herkesin yüzünde garip ışıklar belirdi. Çocuklar zıplamaya başladı, tebessüm ediyorlardı.
O gece hiç kimse uyumadı. Kalbime oturan bu renkli şeyi sevmeye başlamıştım. Her gün bütün ailem karşımda oturuyordu: Çaylar, çekirdekler, bisküvi arası lokumlar…
Sonra…
Çocuklar bir bir gitmeye başladılar. Bayramda görür oldum yüzlerini.
Ve bir gün annem gitti…
Işıklı şeyi kalbimden aldılar. Çocuklar çekmecelerimi boşalttılar. Ağlıyorlardı… Evimiz iyice sessizleşmişti. Babam her gece gelip kalbimin tam ortasına bakardı, uzun uzun… Gözleri dolardı… Raflarım tozluydu ama kalbim hep temiz olurdu. Kendimi hiç kirli hissetmezdim… Günlerim öylece geçiyordu.
Bayram arifelerinde kızlar gelip tertemiz yaparlardı beni. En çok o günleri seviyordum.
Sonra…
O gün çok yorgun hissediyordum… Hasta gibiydim… Karşımda bütün çocuklar toplanmış, bir şeyler konuşuyorlardı. Başım dönüyordu, puslu görüyordum her şeyi.
– Artık buraya yakışmıyor.
– Bunların modası geçti.
– Babam temizleyemiyor.
– Çatıya kaldıralım en iyisi.
Bir sızı vardı içimde… Aman Allah’ım, kalbimin tam ortasında kocaman bir kesik! Orada duran annemmiş. Onu almayın bari… Alıp duvara astılar.
Neler oluyordu? Rüya olmalıydı bu. Rüya değildi. Beni çatıya çıkardılar. Yenilenen kapılardan sığmayınca kalbimin ortasından kesivermişler beni. Canları sağ olsun…
Babam hiç yalnız bırakmadı beni. Tüm raflarıma annemin resimlerini koydu. Çok tozluydu, üşüyordum. Bazen çatıya gelenler olurdu, utanırdım…
Ve bir gün “O” geldi. Ona “O” diyorum çünkü O öyle istiyor. Belki bir gün sebebini anlatırım.
Babamla kenarda bir şeyler konuştular. Sonra elini öptü… Sarıldılar…
Yine bir şeyler oluyordu. Annemin fotoğraflarını aldılar. Kaldırmaya çalışırken; efendim ağırmışım, hantalmışım, tozluymuşum…
“Asıl siz kendinize bakın! Bir de genç olacaksınız.” dedim. Duymadılar…
Zor güç indirdiler çatıdan. Ne yalan söyleyeyim, sağım solum ağrımadık yerim kalmadı…
Çarşıda bir yere geldik. Babamla eve ilk geldiğimiz gün geldi aklıma… Buranın adı dükkânmış.
Farklı bir havası vardı, hoşuma gitmişti. Sonra O karşıma geçti, kalbimin içine öyle bakıyordu ki tebessüm ederek. İçim o an ısınmıştı Ona. Elinde bir demir parçasıyla, dokunmadık yerimi bırakmadı… Gıdıklanıyordum.
Annemden beri hiç kimse böyle ilgilenmemişti. Yeniden genç hissetmeye başlamıştım.
Beni dükkânın tam girişine koydular. O insanlara nargile vitrini olduğumu söylüyordu.
– Hm, öyle mi?
– Aslında pek olmamış.
“Asıl siz olmamışsınız.” diyordum. O çatıya dönmek istemiyordum. Üşümek istemiyordum.
İnkâr edemem, benim gibi yaşlı biri için çok hareketli günlerdi. Çekmecelerim, dolaplarım günde kaç defa açılıyordu, hatırlamıyorum bile.
Ama O hep kızardı çocuklara. Tertemiz olmalıymışım her zaman. Canım ya…
Zoraki temizlerlerdi beni ama sonraki gün yine aynı…
Bir gün birisi geldi akşam vakti. Yine ellerinde bir şeylerle sağı solu ölçtüler. Bana dokunan yoktu. Bir ara bir şeyler duydum.
– Yeni tezgâh çok güzel olacak…
Ney, yeni tezgâh mı? Ne tezgâhı? Ne eksiğim var benim? Siz gençler ne anlarsınız?
Ya ben de bir köşede dursam… Belki boyarsınız… Beyaz da çok yakışır bana…
Çok sevmiştim burayı, başka yerde olmak istemiyordum… Üşümek istemiyorum.
O gece bir şeyler çizip gittiler. Gece boyu uyuyamamıştım. Sabahleyin erkenden geldiler. Beni bir kenara alıp bir şeyler yapmaya başladılar. Öylece bakıyordum.
Hayatımda ilk defa kıskanıyordum. Yeni tezgâh çok güzel oluyordu. Bu gencin karşısında hiç şansım yoktu. Son vidası sıkılınca gözlerini açtı. Vakit çok geçti. Bana bakıyordu. Ona kızamıyordum.
– Merhaba.
“Merhaba.” dedim.
Tazeydi, gençti, güzeldi…
Sabaha kadar konuştuk uzun uzun… Anlattım ona her şeyi. Çok heyecanlıydı, mutluydu, yaşam doluydu…
Ona yeni tezgâh olacağını söyledim. “Yaşasın!” dedi. Ve bir an durdu. Gözlerini büyüttü.
– Eee, sen ne olacaksın?
Sustum… O da sustu.
Evet, ben ne olacaktım?
Saat 08.00’da dükkân açıldı. Usta kazan kaynamaya başladı. Kahvaltılar hazırlandı, salep her zamanki gibi ortalığı yakıyordu…
– Evet, ihtiyar, var mı bir gelişme? Ne olacak halin? dediler.
Sustum… Hepsi beni mutlu etmek için takılıyordu. Ama elimde değildi… Mutlu olamıyordum. Burada yaşamımın sonuna kadar durmak istiyordum.
Kim beni o kadar sevebilirdi ki? Annemi özlüyordum.
Sonra… O geldi, yanında birkaç kişiyle.
“Buraya yakışmıyor, toz tutuyor.” diyorlardı.
O susuyordu.
Kim yakışmıyor be, filinta gibiyim hâlâ…
– Sobada yakalım gitsin.
Ney, yakalım mı?
O an ne hissettiğimi bilmiyorum.
Ceviz ağacının en ince, en güzel dalı bendim.
Ata Ana geceleri hikâyeler anlatırdı bize. “Güzel olanlarınız, güneşe uzananlarınız sonsuza kadar yaşayacak yavrularım ama bazılarınız yanacaksınız.” derdi.
– Yanmak nedir, Ata Ana? diye sorardık.
O da;
– Günü gelince anlayacaksınız. Kötü diyemem, sonrasını bilemem ama dileğimdir benim, bir fakir sobasında gözlerimi yummak, derdi…
Acaba o gün gelmiş miydi? Dükkânın sobasında mı gözlerimi yumacaktım?
Yaşlıyım, hantalım diye beni sobada yakacaklardı.
Yanmak iyi olsa neden yaksınlar ki?
Çözemiyordum…
Elimden gelen tek şey beklemekti…
Gece saat 02.30’da O geldi. Tüm camları kapattı bezlerle. Işıkları açmıyordu.
Farklıydı, heyecanlıydı yine ama düşünceliydi de. Parmaklarının arasında bir lira vardı. Dükkânda bir sağa bir sola giderken elinde gezdiriyordu.
Sonra bana döndü… “Buldum ihtiyar.” dedi. Hemen önümdeki tahta iskemleye oturdu ve uzunca izledi dükkânı…
Bir anda doğruldu ve doğruca bizim kerataya gitti. O bir lirayı arkasına yapıştırdı ve yerine koydu. Hiçbirimiz bir şey anlamamıştı.
Kendi kendine anlatmaya başladı. Hepimiz heyecanla dinliyorduk.
“Tam 11 bin tuğla var ihtiyar. Bu bir lirayı bulana 11 bin lira vereceğim.” dedi.
Nasıl yani diyordu herkes. Dükkânda bir uğultu vardı. Herkes farklı bir şeyler söylüyordu.
Kerata inanamıyordu.
– Nasıl yani ihtiyar, o ben miyim? İnsanlar beni mi arayacaklar, iyi de nasıl bulacaklar ki?
O sanki bizi duymuş gibi. “Bir soru yazacağım.” dedi…
Eline kalemi kâğıdı aldı, tam önüme oturdu. Yazdıklarını okuyabiliyordum. Arada bir ayağa kalkıp tuğlaları sayıyordu, adımlıyordu, sonra gelip yazmaya devam ediyordu. Sabah ezanı okunurken bitirdi ve anlatmaya başladı.
– Her insan kendini değerli hissetmek ister. Biz burada insanlara bunu hissettirmek için çalışacağız. Düşünenler gelecek, sorgulayanlar, merak edenler, hayata iz bırakmak isteyenler, yarına kalmak isteyenler….
Bu bir tuğla çok şeyi değiştirecek.
Hayatta öyle değil mi? Bazen en beklenmedik anda en önemsemediğimiz şeyler gelir ve her şeyi değiştirir. İşte bu öyle bir tuğla olacak.
Kerata nasıl kahkaha atıyor anlatamam. “Duydunuz mu? O benim.” diyordu. O ise bunu duymuş gibi döndü ve “O sensin.” dedi.
Bilmece bitmişti…
Peki, tuğlayı arayıp da bulamayanlar ne olacaktı? Onlara da bir sürprizi vardı. Denedikleri tuğlanın üzerine diledikleri şeyi yazıp geri yerine koyabileceklerdi ve onlar da dükkâna bir anı bırakıp yarına kalabileceklerdi.
O’nun o anki hali hiç gözümün önünden gitmiyor.
Yeni bir dünya bulmuş gibiydi. Sonra ayağa kalktı, eline tuğlayı çıkardığı keseri aldı, bana doğru geldi. Kalbime doğru uzattı. Kapaklarım titriyordu. Keseri salladı ve durdu. “Sana gelince ihtiyar, sen bu dükkândan asla çıkmayacaksın. Bu gecenin ve burada yaşanan her şeyin şahidi olacaksın.” dedi.
Gözlerim doldu. Kapaklarım titriyordu ama korkudan değildi…
O an tek dileğim beni duyabilmesiydi. Ona söylemek istediklerim vardı. O benim Gepetto’mdu.
Ertesi gün beni üst kata çıkarttılar. Çıkarken herkes beni alkışlıyordu.
– İhtiyar, seni seviyoruz.
– İhtiyar, öyle kolay gitmek yok.
İyi ki varlar, iyi ki beraberiz. İyi ki buradayız.
O, kalbime eski bir plakçalar koydu. En az benim kadar yaşlıydı. İğnesi kırılmıştı. Sesi çıkmıyordu ama laflıyorduk arada.
Üst kat çok eğlenceliydi.
O devamlı yanıma gelirdi. Düşünürdü… “İhtiyar, zamanla buraya gelecekler ve sen anılarında yer edeceksin.” derdi. “Rahat etmeliler, huzur bulmalılar. Yani sana çok iş düşüyor.” derdi hep.
Ben anlardım…
İşler iyi gidiyordu…
İnsanlar bizi seviyordu sanırım…
Sonra masalar yetmemeye başladı. İnsanlar mutsuz oluyordu.
– Burası çok kalabalık!
– Nereye oturacağız acaba?
Alt katta da durum farklı değildi…
O üzülüyordu… Yine bir şeyler karışmaya başladı.
– Daha çok masamız olmalı.
– Bu vitrin buraya olmuyor artık.
Aaa, konu bana nasıl geldi ya… Ben gitsem bir tane müşteriniz kalmaz bee…
O yine sessizce bir kenarda bekliyordu. Konuşsana, hani ben bu dükkândan çıkamazdım. Ne oluyor? Bir şeyler söylesene.
O yalnızca sustu…
Benim kafam yine çok karışmıştı. Artık huzur bulmak istiyordum.
Belki de Ata Ana’nın dediği şey buydu.
Belki de artık yanmanın vakti gelmişti… Böylece neşeli gözlere bakmak yerine, üşümüş ellere dokunabilirdim.
O’nu seviyordum.
O öyle isterse öyle olacaktı.
Herkes gitmişti. Saat 03.00 sularıydı. Aşağıdan bir ses geldi. Kapı açıldı. Ayak seslerinden hep tanırım.
O geliyordu…
Bir şeyler mi unutmuştu acaba?
Unutkan olduğunu herkes bilirdi.
Üst kata çıktı… Bana hiç bakmadan doğruca balkona gitti. Uzun uzun dış kapıya doğru baktı. Sonra yanıma geldi.
“Hiçbir yere gitmiyorsun ihtiyar.” dedi.
O hafta üst katımızı büyüttük.
Çok güzel olmuştu…
Yeni masalar, yeni lambalar, gencecik tablolar…
Her şey inanılmazdı.
Ama ben ne olacaktım…
İşin aslı terasta olmak istiyordum… Ne de olsa buranın en eskisi bendim.
O geldi, “Ne düşünüyorsun ihtiyar, seni en güzel yerimize koyacağız.” dedi. Gözlerinin içi gülüyordu.
Sonra beni terasa taşıdılar… Yerime dükkânın en güzel tablosunu koydular. Eee, kolay değil yerimi doldurmak.
Masaların hepsinin örtüleri farklıydı, hepsi halinden çok memnundu. Kim herkesle aynı giyinmek ister ki?
Cam önündeki tilkili masa şimdiden Betty Boop’a yazmaya başladı.
Ah, şu gençler…
Bu sırada yine sesler gelmeye başladı.
– Hay aksi!
– Sobanın borusu buradan geçiyor.
– Bu vitrin yine bize sıkıntı çıkaracak.
– Yeter artık! Kurtulalım şundan.
Artık korkmuyordum… Ata Ana’nın sözleri geldi aklıma.
– Güzel olanlarınız, güneşe uzananlarınız sonsuza kadar yaşayacak…
Dükkânın üst katındaydım. Camın önünde, güneşe en yakın yerdeydim. Belki de zamanı gelmişti.
Sobanın yaşaması için ölmem gerekiyordu.
Celladının yaşaması için ölen birisi. İronikti…
Ama eller ısınmazsa gözler gülemezdi ki…
Ve O geldi, elinde bir testere vardı. “Kusura bakma ihtiyar. Artık hiç üşümeyeceksin.” dedi…
Çatıya çıktığım o günden beri canım hiç bu kadar acımamıştı.
Ama mutluydum…
O’na güveniyordum.
O’nu seviyordum.
En sevdiğim yerdeydim. En sevdiklerimleydim. Hatırladığım en son şey O’nun sözleriydi.
Burada yaşanan her şeye şahit olacaktım. Kokum sinecekti duvarlara… Ve hiç üşümeyecektim.
Acıdan bayıldığımı hatırlıyorum.
Sesler duyuyordum:
Keratanın sesini, usta kazanı, yakışıklı salebi, hayta masaları, lambaları, langırtı, sinema koltuklarını ve O’nun sesini…
Keşke annemle babamı duyabilsem dedim.
Sanırım cennet böyle bir yerdi. En sevdiklerim hep yanımda olacaktı.
– Hey ihtiyar, uyansana! Amma abarttın ha. Bir de eski toprak olacaksın.
Allah’ım, kerata hâlâ şakacı, burada da mı?
– Sana diyorum, aç artık gözlerini…
O anı hiç unutmayacağım. Gözlerimi zar zor açtım.
O karşımdaydı…
Gülüyordu…
Aman Allah’ım, yaşıyordum!
– Kusura bakma ihtiyar ama hepsi geçti. Bütün parçaların dolabında ebediyen seninle olacak… Ve sen bu dükkândan asla çıkmayacaksın.
Bütün acılarım geçmişti. Ama sobaya ne olmuştu?
Allah’ım, yoksa…
Benim için vazgeçmiş olamazlar. Olmamalılar.
Ya insanlar üşürse…
Uzaklaşırken bana seslendi.
– Artık hiç üşümeyeceksin…
O an anlar gibi oldum, soluma baktım. Sobanın nefes borusu içimden geçiyordu.
Bu bir mucize olmalıydı.
Celladım en iyi dostum olmuştu. Artık hiç üşümeyecektim.
Dükkânın en güzel yerindeydim.
En büyük masa benim önümdeydi. En mutlu anlar benim önümde yaşanıyordu. Ben hepsine şahit oluyordum. Güneşe en yakın yerdeydim.
Ve kalbime bir hediye bırakmıştı. Burada yazmıyorum, belki bir gün benimle tanışmak istersin. Bu da o zamana kalsın.
Senin için de bir hediyem var. En üst çekmeceme bir defter bırakıyorum.
Belki bir şeyler yazmak istersin. Umutlarını, dileklerini…
Belki de hayallerine ulaşmak için yapman gereken tek şey yazmaktır.
Dünyayı daha iyi bir yer yapabilmek için,
Yarına kalmak için…